Sessizliği ruhuma zırh yaptığım günlerde, duyduğum
çığlıkları yazmaya çalışıyorum bazen. Kalemi kağıdı elime her alışımda birkaç karalama
yapıp, geri dönüyorum. Farkındayım düşündüklerimi yazmaktan ne kadar aciz
olduğumu. Lakin duygu ve düşünce bu kadar ayrı kulvarda yürümemeli diyorum. Bir
yerlerde kesişmez mi yolları hiç?
Aklımla attığım bir
adımda, kalbime takılmış prangalar tonlarca ağırlığa dönüşüyor. O ağırlıktan
kurtulayım derken de aklım kalıyor geride. İkna metodlarım mı yanlış acaba?
Mesela; duygusal
yükle, akli sorumluluk azabı eşdeğer olacak anlarda ne yapmam gerektiğini
bilsem de, “seçim yapmak” eylemi bütün şevkimi kırıyor. Nefsim, yaptıklarımın
sorumluluğunu almaktan bile bu kadar korkarken, enem hala neyin mücadelesini
vermekte?
Acziyet duygusu, müphem bir “anlaşılabilmek” arzusu doğuruyor
bende. Önce ben anlıyorum aczimi, sonra istiyorum ki benim aczimi herkes
bilsin, biraz da ona göre muamele göreyim. Bu sefer de bildiklerimle çelişiyorum yine. Öyle ya, mü’min’in
aczi yalnızca Rabbine. Demek ki, benim anlaşılmak isteğim fıtri de, fani
olanlar anlasa ne çıkar? Anlaşılarak, kaçmaya mı çalışıyorum? “Bu aralar
yorgunum biraz, kabuğuma çekilmek istiyorum, ondan sessizim.” Tam da bu
cümlelerin öznesiyim ben işte.
“Dünya yorucu bir savaş meydanıdır.” Yorulmak tabii olanı benim için de. İnsan
acziyetini en derinlerde hissettiği zaman, sosyallikten kopuyor ister istemez.
Vakit; Yaradana halimi anlatma vakti.
Kulların bilmediklerini, Allah’ tan dileme vakti. Belki tüm seslerden uzak,
belki bütün seslerin içinde.
Kendime fazlayım
eğer Sen olmazsan ve o kadar eksiğim ki Sen tamamlamazsan… Beni, kendime yük
etme! (Amiin)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder